27 Nisan 2012 Cuma

SAİNT-REMY PENCERESİNDEN YILDIZLI GECENİN RESSAMI VAN GOGH

TABLODA bir aile... Yemek yedikleri odadan ve en önemlisi masada sadece patates ve kahve olmasından anladığımız kadarıyla yoksul bir işçi ailesi. Masanın üzerinde bir fener... Tablonun kasvetini ışığıyla aydınlatmaya çalışıyor. Lakin ailenin yüzündeki yoksulluk ve endişe tabloyu Tanrının gözü gibi aydınlatmaya çalışan fenerle olacak gibi değil...
Zaman 1885 baharı... Çoğumuzun ilgisini deliliğiyle çeken Vincent Van Gogh bu tablonun yaratıcısıdır.
Patates Yiyenler, Vincent Van Gogh'un 1885 Mart'ında babasını kaybettikten sonra yaptığı ilk kasvetli resimlerdendir.
''Sanat bir kavgadır. Kişinin canıyla kanıyla, etiyle kemiğiyle girişeceği bir kavga. Çalışarak sürdüreceği bir kavga.'' diyen Fransız ressam Jean François Millet' ten etkilenerek yaptığı bir resimdir Patates Yiyenler.
Işık gölgeyi kullanışında ise, bu işin ustası ve kendisi gibi Hollandalı olan usta ressam Rembrant etkisi açıkca hissedilmektedir.
Vincent Van Gogh, çağdaşları Paul Cezanne, Georges Seurat ve Paul Gauguin gibi empresyonizme sert tepki gösteren Post Empresyonistlerdendir. Bu dört ressamla resim özerklik kazanmış ve onlarla birlikte natüralist sanat geleneği büyük ölçüde sarsılmıştır.
Yaşamının son yıllarında bir süre aynı evi paylaştığı Paul Gauguin ile Kuzey Ekspresyonizmi, Fovizmi, Dada ve Soyut Ekspresyonizmi etkilemiştir.
Paul Cezanne ve Georges Seurat ise, Kübizm, Konstrüktivizm ve Neo Plastisizmi etkilemiştir.
Gauguin, Doğu ve Batı öğelerini harmanlar, Avrupa dışı kültürlere dayanan etnik resimler yaratırdı. Haitili kızlar çokça işlediği temalardandır.
Cezanne ise kendi resmini şu cümlelerde ifade etmiştir; Resimde iki şey vardır: Göz ve beyin. Biri ötekini desteklemelidir. Sanatta herşey doğayla ilişki halinde geliştirilen ve uygulanan kuramdır. Doğayı silindir, küre ve koniye göre ele alıyorum.
Seurat ve Van gogh resimlerinde ise renk çarpıcıdır.
Seurat renkleri paletinde değil resimde, izleyicinin önünde karıştırırdı. Ve resimlerindeki kompozisyon klasik anlayışta geometrik bir şemaya bağlıydı.
Van Gogh ise, resmi ruh halinin bir anlatıcısı olarak kullanıyordu. Ve renk onun için anlatımcı özelliğiyle ön planda oldu.
TABLO ALIM SATICISI-MİSYONER-KIRGINLIKLAR
Vincent Van Gogh 1853 yılında Kuzey Brabant'ta dünyaya geldi. Bölgenin papazı olan babasının ilk çocuğuydu.
Mektuplaşmaları 1872 Ağustos ayında başlayıp intihar ettiği güne kadar süren kardeşi Theo, 1857 yılının 1 Mayıs'ında doğdu.
Vincent Van Gogh yaşamı boyunca gelgitleri olan bir insandı. Girdiği işlerde tutunamaması, parasal açında özgür olamayıp Theo' ya bağımlı olması, aşklarında çoğu kez red edilişi bu gelgitleri tetikleyen önemli başlıklardır.
Vincent Van Gogh, ilk işine 1869 yılının Temmuz ayında Lahey'deki bir resim alım satıcında başladı. Şirket Van Gogh'u bir yıl sonra Londra'ya gönderdiğinde sanatçı ilk kalp kırığını burada yaşadı. Ev sahibesinin kızı Ursula Loyer, Van Gogh'un evlilik teklifini red etti. Ve bunun ardından sanatçı şirket tarafından Paris'e gönderildi.
1875 yılı sanatçının teolojiye yöneldiği yıl oldu.
Buarada işine son verildi ve Van Gogh bir yıl sonra Londra'da öğretmenliğe başvurdu. Vaiz olmayı çok istiyordu fakat 20 yaşını doldurmadığı için vaizlik başvuruları kabul edilmedi. O da 1878 yılında Brüksel'deki Din Okulu olan Evangelical School'a başladı. Fakat burada da aradığını bulamayıp aynı yılın Aralık ayında Güney Belçika'daki Borinage kömür madenlerinde vaiz olarak çalışmaya başladı. Burada da kayıtlı vaiz değildi ve kendi hesabına çalışıyordu. Kardeşi Theo maddi destekçisiydi. Buradaki vaizliğine dini çevrelere uymayana davranışlarından ötürü son verildi.
1880 yazında resme olan ilgisini ciddileştirmek istedi ve Brüksel'de anatomi ve perspektif dersleri almaya başladı.
1801 yılında sanatçının Hollanda yılları başlar. Burada kuzenine aşık olur, araya ailesini soksa da aşkına karşılık bulamaz.
Daha sonra bir fahişe olan Clasina Maria Hoornik'le birlikte yaşamaya başlar. Ailesinin şiddetle karşı çıktığı bu ilişki Theo'nun diretmesiyle son bulur.
Ailesinin yanına yerleşen Van Gogh, burada da komşusu Margot Begemann ile birlikte olur fakat bu aşk kızın intiharıyla kötü bir sonla biter. Van Gogh zor günlerini atlatmak için köylüler, natürmortlar resmetmeye başlar.
Şubat 1886- Şubat 1888 yıllarında Theo ile birlikte Paris' te yaşar. Bu sırada Japon sanatına ilgi duyar. Bir ev kiralayıp burada diğer ressamlarla kömün halinde yaşama ve sanat birliği arzusu başlar.
1888 Eylül ayında Sarı Ev'e yerleşir. Ve nihayet birlikte çalışmayı çok istediği ve onu ruhsal bunalımlara itecek olan Gauguin, 23 Ekim'de Sarı Ev'e yerleşir.
Bu dönemde Gece Kahvesi adlı tablosunu yaratmaya başladı. Gecenin gündüzden daha canlı renklere sahip olduğunu düşünen sanatçı, tablo hakkında kardeşi Theo'ya şunları yazmıştı: Oda kan kırmızısı ve koyu sarı, en ortada yeşil bir bilardo masası var; dört tane limon sarısı lamba, turuncumsu, yeşilimsi ışık saçıyor. Her yanda en yabanıl kırmızı ve yeşillerin çarpışması, çelişmesi görülüyor: uyuklayan serserilerin figürlerinde, boş ve kasvetli odada, morda ve mavide...
Van Gogh'un Gauguin'le tartışması, bunun sonucu kulağını kesmesi ve ardından hastaneye yatma sürecinin başlaması 1888 yılının son aylarıdır.
1889 8 Mayıs'ında Saint-Remy akıl hastanesine yatar. Burada uzun süren 7 kriz geçirir.
Hastanede kaldığı dönemde, Mercure de France dergisinde, Albert Aurier'in Van Gogh'un resimleri hakkında olumlu eleştirilerin olduğu bir yazı yayımlanır. Bu sırada sanatçı hakkında dahi olduğu söylemleri sanat çevresinde konuşulmaya başlanır.
Hastanede kaldığı dönemde resim yapmaya devam eden sanatçının en büyük destekçisi, önceleri sevmediği fakat sonra üç portresini yaptığı Doktor Gachet'tır.
1890 Mart'ında Kızıl Üzüm Bağı tablosu Brüksel'de 400 franga satılır.
Üzüm bağında çalışan işçilerin konu alındığı tablo Van Gogh'un baskın ruh halinin çarpıcı renkleriyle adeta dillenir. Çarpıcı sarılar kızıla döner ve güneşin kavurucu yansıması suya akseder. Resimde renklerle bütünleşen figürler bir devinim halindedir.
17 Mayıs 1890 yılında Van Gogh, akıl hastanesinden çıkarak Paris'e gider ve Theo ile 3 gün geçirir.
21 Mayıs'ta Auvers'te Dr. Gachet'la birlikte yaşamaya başlar. 1890 21 Temmuz'unda Paris'e Theo'nun yanına tekrar gider.
Auvers'e döndüğünde 27 Temmuz'da kendini tabancayla öldürmek ister. Bu sırada üzerinden çıkan, kardeşi Theo'ya yazdığı son mektup aynı tarihlidir.
Van Gogh, 2 gün sonra kardeşi Theo'nun kollarında ölür.
Sanatçının mezarı, kendinden 6 ay sora frengiden ölen kardeşi Theo ile yanyana Aurvers'tedir. Mezarların üzerindeki sarmaşıkları Dr. Gachet'ın ektiği bilinmektedir.
Vincent Van Gogh'un yaşamı şu dönemlere ayrılır:
1- Hollanda Yılları / 1881-85
2- Paris / Şubat 1886-Şubat 88
3- Arles / Şubat 1888-Mayıs 89
4- Saint Remy / Mayıs 1889-90
5- Auvers-sur-Oise / Mayıs-Temmuz 1890
Akıl hastanesinde geçirdiği dönemleri en verimli dönemi olan sanatçı, odasının penceresinden gördüğü Yıldızlı Gece'yi sanat tarihinin en gözde tablolaları arasına sokmuştur.
Resme yön vermiş usta ressamlar yetiştiren Hollanda sanatı içinde Van Gogh, kendine, sayısı 900 varan yağlı/sulu boya ve 1100 kara kalem çalışmaları ile önemli bir yer edinmiştir.
Ülkemizde de sanatçının 1880-1890 yıllarına ait eserleri 3 binin üzerinde digital görselle Van Gogh Alive Digital Sanat Sergisi ile 10 Şubat-15 Mayıs İstanbul Karaköy Antrepo 3, 15 Ekim-30 Aralık Ankara Cer Modern' de Vang Gogh izleyicileriyle buluşma imkanı buluyor.
Sergide, Kırmızı Üzüm Bağı, Kulağı Sargılı Otoportre, Dr. Gachet'ın portresi gibi ilgi çeken eserleri yer almakta.
Van Gogh'u anlamak ve sergi alanının duvarlarına, tavan ve yerlerine yansıtılan eserleriyle daha yakından, iç içe olmak adına Van Gogh Alive Digital Sanat Sergisi kaçırılmamaya değer.

11 Şubat 2012 Cumartesi

MERYEMDEN AVİGNONLU KIZLARA RESİM SANATINDA KADIN

Kadının sanatta ele alınışı farklı zamanlarda, farklı coğrafyalarda da olsa arkasında yatan inanç aynıdır.
Kadın, çok tanrılı dönemlerde doğurganlığıyla ve soyun devamını sağlamasıyla tapınım görmüştür. Bu yüzden Ana Tanrıça’dır.
İnsan çamuru yoğurmuş adına Kyble demiş, mermeri yontup biçimlendirmiş Artemis’i yaratmıştır.
İnsan, zihnindeki bereketin sembolü kadını Ana Tanrıça olarak var etmiştir. Ve bunlar günümüze ilk sanat eserleri olarak ulaşmıştır.
Sanat tarihinde kadının resim sanatında ele alınışı tek tanrılı dinlere geçildiğinde karşımıza Meryem Ana olarak çıkmıştır.
Meryem, gerek İsa’nın doğumunu haber veren müjde sahneleriyle gerek İsa ile birlikte tablolarda yer almıştır.
Ortaçağ resmini kapatıp Yeniçağ resminin başlangıcını yaptığı bilinen ressam Giotto di Bondone(1267-1337) Meryem’i dinsel tema içinde çokça ele almıştır.
1306-20 aralığına tarihlenen Maesta adlı resimde, Meryem kucağında çocuk İsa ile resmedilmiştir. Resim figürlerin oturtulması açısından önceki örneklerine göre perspektif içinde verilmesi önemlidir.
Eski Yunan sanatı ve düşüncesini yeniden yaşatmak isteyen Floransalı ressam Sandro Botticelli(1445-1510) resimlerinde kadın imgesini yalnızca Meryem ile sınırlamamıştır. Öykündüğü yunan dünyasının mitoslarından yararlanmayı seven bu sanatçı, dönemin sanatı destekleyen ünlü ailelerinden Lorenzo Medici’nin Castello’daki villasında ünlü tablo Venüs’ün Doğuşu’nu(1482) yapmıştır.
Günümüzün klasikleri arasında yer alan resimde, Venüs, deniz suyunun köpüklerinden çıkmış ve bir inci kabuğunun içinde görülmektedir.
Resimde kadın imgesi, çıplak, yalın ve en doğal haliyle imgelenmiştir. Burada anlatılmak istenen kadının cinselliğinden öte, onun ruhsal dinginliği ve doğallığıdır.
Resmin solunda, kuzey rüzgarı Boreas ile Aiolos, denizi dalgalandırmakta sağında ise bir peri Venüs’ü elindeki örtüyle sarmak için hamle yapmaktadır.
Kadının resimde günlük işleyiş içinde ele alındığı ressamlardan biri,Hollanda’nın ünlü sanatçılarından olan Jan Vermeer van Delft’tir (1632-1675)
Sanatçı kadın imgesini genellikle iç mekanda resmetmiştir.
1658-60a tarihlenen Süt Döken Kadın adlı tablosunda, kadın yaptığı işe kendini vermiş ve bize mekandan bağımsız hissi vermektedir.
İnci Tartan Kız(1662-64) adlı tablosunda da, kadın imgesi sükunet içinde, başını örten örtünün altında bir azizeyi andırmaktadır.
Jan Vermer’in tablolarında ev kadınları, iç mekan içinde bir anın fotoğraflandırılmasını andıran huzurlu bir atmosferde yansıtılmıştır.
Dönemin kimi eleştirmenleri, ressamın tablolarında kadınların günlük rutin işleri anında yansıtılmasını, yapılan işin yüceltildiği fikrine bağlamıştır.
XIX. yüzyılda değişen toplum koşulları, çalkalanan siyasi ortam sanatçıları da etkilemiştir.
Dönemin özgürlük heyecanı tabloları sardığı gibi sanatçıların kafasındaki kadın imgesine de yansımıştır.
Delacroix’nın(1789-1863) hikayeci anlatımıyla dikkat çeken resimlerinde kadın bu haliyle ön plana çıktı.
Birçok yerde rastladığımız ve klasikler arasında olan 1830 tarihli Halka Önderlik Eden Özgürlük adlı tablo sanat tarihi açısından önemlidir.
Tabloda, giysisi parçalanmış, elinde bayrakla insanlara kanı pahasına öncülük eden kadın döneminde ilgiyle karşılanmıştır. Kadının topluma yol gösterici bir imaja büründüğü tablo, trajik kahramanca bir anın anlatıldığı tarihsel bir tablodur.
Bir tabloda yer almadığı halde adından sıkça söz ettiren Charlotte Corday, tarihsel tablolardan birinin yaratılmasını sağlamıştır.
Fransız İhtilali ressamlarından Jacques-Louis David(1748-1825) gazeteci, doktor Marat’ nın Charlotte Corday tarafından öldürülmesinden sonra bu tablo için sipariş almış, Charlotte Corday ise Marat’ı öldürdükten dört gün sonra yirmi beş yaşında giyotinle öldürülerek idam edilmiştir.
Marat’ın Ölümü(1793) adlı tablonun ilhamı Charlotte Corday, sadece Jacques-Louis David’in değil, Picasso gibi daha başka ressamlara da çeşitli dönemlerde ilham olmuştur.
Gözleri dış mekanda resim yapmaya müsait olmayan Edgar Degas(1834-1917), toplumda sanatçı olarak yer edinmiş kadını karşımıza çıkarmıştır.
Degas, az sonra sahneye çıkacak balerinlerin son hazırlıklarını, sahnede bir kuğu gibi salınan tütülü kızları tablolarına yansıttı.
Kadınları belki de en farklı biçimiyle tabloya aktaran İspanyol ressam Pablo Picasso(1881-1972) resimlerinde resme ait değerleri yıkmış, resmi aklıyla yeniden yaratmıştır.
Guernica(1937) adlı dev boyutlu tablosunda, savaşın ortasında kalmış bir anneyi kübist diliyle resmine aktarmıştır. Guernica’ da kucağındaki yavrusunu taşıyan ve haykıran anne, savaş karşıtı bir güce bürünmektedir.
Picasso’nun Avignon’lu Kızlar(1907) adlı tablosu ise, sanatçının bitmeyen resimlerindendir.
Resim, adını, Barcelona’da Picasso ve arkadaşlarının bildiği bir genelevin olduğu Avignon Sokağı’ndan almıştır.
Resimde yer alan beş çıplak kadın görenleri biraz dehşete düşüren bir kabalık, hayvanilik içermektedir.
Picasso’yu etkileyen Afrika maskları bu tablodaki kadınların yüzünde de hissedilmektedir.
Bu tabloda anlatılmak istenen cinsellik değildir. Picasso tiksindiği hayatın çirkinliğini, çürümüşlüğünü, kadının çıplaklığıyla dürüst bir şekilde resme aktarmış, tepkisini resimle göstermiştir.
Sanatçıların aklı ve hayalindeki kadın imgesi farklı dönemlerde resme farklı biçimlerde yansımıştır.
Yüzyıllar öncesine resme kadın Meryem olarak yansımışken zamanla toplumsal boyuta ulaşıp Meryem’den Avignonlu Kızlara gelmiştir.



KAYNAKÇA

Arnold Hauser, Sanatın Toplumsal Tarihi, 1994
Xavier Barral I Atlet, Sanat Tarihi, 2006
Nicos Hadjinicolaou, Sanat Tarihinde Sınıf Mücadelesi, 1998


TOPLUMDAN BESLENEN SANAT

Sanat yaşamdır. Sanatçı toplumda yaşayan bir bireyse onu yaşamdan, toplum gerçekliğinden ayrı tutmak mümkün değildir. Sanatçı, geleneklerinin, eğitiminin, ulusal eğilimlerinin, politik ve ekonomik etkenlerin, dini inançların hatta iklimlerin yani çağın, dönemin, toplumun gelişimlerinden etkilenir. Tüm bunlardan doğan, yaratılan, sanat ürünüdür.
Bu yazıya konu olacak sanatçılar, toplumun yukarıda sayılan tüm etmenlerinin yoğurduğu sanat ürünleriyle, sanat tarihinde önemli yer edinmişlerdir.
Gustave Courbet, Jean François Millet, Honore Daumier, 19. yüzyılda Fransa’ da Realizm akımının önemli öncü sanatçılarıdır. Sanatçılar, yaşadıkları dünyayı gözlemleyerek gerçekçi resimler yapmışlar, dönemin yapısına uygun olarak resimlerinde köylüler, işçiler kısaca emeğin konusuna yer vermişlerdir.
Sanatçılar, hem klasik hem romantik sanatın yapaylığına karşı çıkmışlar, o güne değin önemsenmemiş toplumsal sınıfların konu edildiği sanat ürünleri yaratmışlardır.
Gustave Courbet, realist akımın öncüsü ve ateşli savunucusu olarak, birçok resminde, olayları olduğu gibi aktarmış ve sanata bakışını şu kelimelerle ifade etmiştir: ‘ İlkelerimden kıl payı olsun sapmadan, vicdanıma bir an olsun yalan söylemeden, birisinin hoşuna gitmek veya kolay satabilmek için bir karış tuval olsun boyamadan, hep yalnızca kendi sanatımla yaşamımı kazanacağımı umut ediyorum.’
Courbet, sanatçı duyarlılığına sahip ve politik konularla ilgilenmiş, Sanatçılar Federasyonu (La Federation des Artistes) başkanlığı yapmıştır. Bu başkanlık hapis ve sürgün hayatı da getirmiştir. Endüstri devrimi, pozitivizm, sosyal ve politik alanlardaki dönüşüm onu bire bir etkilemiştir. Kendisini bu dönüşümün bir parçası hissetmiş, sanat tarihine sansasyonları, öncü çalışmalarıyla imza atan sanatçı realist akımın öncüsü olarak, gözleme dayalı birçok resminde olayları olduğu gibi aktarmıştır.
Önemli resimlerinden biri olan ‘Taş Kırıcılar’ da yol kenarında çalışan iki işçiyi konu almış, işçilerin yüzünü bize göstermeyerek önemli olanın iş ve emek olduğunu vurgulamıştır.
Courbet’in dedesinin ölümünden etkilenerek yaptığı ve yine önemli bir resmi olan, ‘Ornans’ta Cenaze’, anti hiyerarşik duruşun ifadesidir. Rahibin her zamanki haliyle kitabını okuması, mezar kazıcı adamın onun işini bitirmesini beklemesi, topluluğun sadece bu tören için orada oluşlarını yansıtan katı ifadeleri, hep gerçekçilikle bağlantılıdır.
Courbet, Gombrich’ in 19. yüzyıl sanatını ifade ederken betimlediği gibi, kendi adına düşünme korkusuzluğunu ve inatçılığını gösteren nefret edilen ya da aşırı sevilen bir karakter olarak güzelle çirkini yan yana getiren sıra dışı bir sanat anlayışının kapılarını açmıştır.
Köy kökenli Jean François Millet resimleriyle, köylülerin yaşam koşullarını resim yoluyla  değiştirmek değilse bile, kırsal yaşama ilgi çekmeyi, köyü ve köylüleri sevdirmeyi amaçlamıştır.
Başak toplayan kadınlar resmi figürlerin yüzlerinin olmadığı emeğin vurgulandığı önemli bir resimdir.
Kent kökenli Honore Daumier, resimlerinde işçi sınıfının kentteki iyileri, politikacılar ve avukatların ise kentteki kötüleri temsil ettiğini, kötülerin iyileri acımasızca katlettiklerini göstererek kamu vicdanını uyandırmaya çalışmıştır. Ayrıca dönemin politikacılarının büstlerinin karikatürize edilmiş halleri bariz bir yergi içerir.
Dönemin düşünürü Proudhon’un eğitsel sanat arzusunun karşısında Emile Zola şunları savunmuştur: ‘ Hayret, elinizde yazı var, söz var, istediğiniz her şeyi dile getirebilirsiniz ama eğitmek ve öğrenmek için çizgiler ve renkler sanatına başvuruyorsunuz. Biraz insaf edin, her zaman sağduyulu olmadığınızı unutmayın. Eğer bir parça sezgi sahibiyseniz bizlere ders verme hakkını felsefeciye, bizde çoşkular uyandırma hakkını da ressama bırakın. Sanatçıdan öğretici olmasını isteyebileceğinizi sanmıyorum ve ne olursa olsun, bir tablonun kitlelerin ahlakı üzerinde bir etki yapabileceğinizi kesin olarak kabul etmiyorum.
20. yüzyılda yaşanan toplumsal olaylar, dünya savaşları, iç savaşlar sanatçının öznesi olmuştur. Bu yüzyılın en bilinen sanat ürünü olan Guernica’ yı yaratan, üç boyutlu nesneyi iki boyutlu bir düzleme indirgeyen, renkten çok nesneyle ilgilenen sanatçı Pablo Picasso, 1881’de İspanya Malaga’ da doğdu. O’nun için konuşmayı öğrenmeden resim yapmaya başladı denir. Bunda resim öğretmeni olan babasının etkisi elbette yadsınamaz fakat o bir resim dahisidir.
On altı yaşında Madrid Kraliyet akademisine onur öğrencisi olarak kabul edilmiştir.
Picasso, İspanya’dan 1904’te ayrılıp Paris’e yerleşmiş, 1934’ten sonra ülkesine bir daha dönmemiştir. O Paris’te yaşayan, damarlarında anarşizmin kol gezdiği bir İspanyol sürgündür.
Picasso’ya göre ‘ Bir resim yıkmalardan oluşan bir toplamdır.’
Guernica’ yı da bir yıkımın ardından yaratmıştır.
İspanya 1931’den başlayarak çalkantılı bir siyasi sürece girmiştir. Ayaklanan işçiler, general Franco ordusu ve faşist İtalya’ nın yardımıyla kanlı baskılara maruz kalıyordu. 1936’daki İspanyol iç savaşı faşist İtalyan ve nazi Almanya’sının yardımıyla bastırılmaya çalışılıyordu. 26 Nisan 1937’de Bask bölgesindeki 10.000 nüfuslu Guernica kenti, Alman bombardıman uçakları tarafından üç buçuk saatte tamamıyla yok edildi. Ve böylece Guernica iç savaşın dehşeti olarak dünyaya yayıldı.
Picasso bu olayın etkisiyle Guernica resmine başlamış ve 45 taslaktan sonra koca bir duvarı boydan boya kaplayan büyük boyuttaki bu resim, Paris Dünya Fuarının İspanyol pavyonunda Haziran ayında sergilendi. Resimde ne uçak ne kent yıkımı ne patlama görülür. Resimde kucağında ölü çocuğuyla acı çeken anne, yaralı bir at, tanrının oradaki varlığını simgeleyen bir ampul, kolları açık elinde kırık kılıcıyla yatan bir isyancı heykeli, resimdeki ayrıntılardan birkaçıdır.
Guernica, faşizme, savaşın acımasızlığına karşı tepkisel bir çığlıktır.
Picasso, halkının sindirilmesi için yapılan bu faşist saldırıyı  resmederek Guernica’yı dünya çapında önemli bir yere oturttuğu gibi, 20. yüzyılın en çarpıcı ve önemli sanat ürününü de yaratmış oldu.
Sanatçı Guernica bombardımanının hemen ardından yaptığı resimde acısını, isyanını geleneksel bir resim tarzıyla uygulasa da yapıt modern zamanların soyut, çağdaş bir savaş karşıtı simgesidir.

KOMÜNİST BİR RESSAM FRİDA KAHLO

Sanat nedir, amacı olmalı mıdır, bir ideoloji gütmeli midir, halk için mi olmalıdır?..
Sanat üstüne böyle ne çok soru sorulabilir!
Sanat bir doğumdur, yaratıcısının ellerinden çıkan bir çocuktur.
Yaratır sanatçı. İçinde tutamayacak hale gelen şeyleri doğurur, kendinle çatışır doğurur, yaşamıyla çatışır doğurur, toplumla çatışır doğurur.
Meksikalı sanatçı Carmen Frida Kahlo Calderon bunların tümüyle çatıştı. Doğumu da böyle bir ortamdı aslında, bir devrimin doğduğu ülkeydi Meksika.

Ben bir devrimin kızıyım, buna hiç şüphe yok, bir de atalarımın taptığı ihtiyar ateş tanrısının. 1910’da doğdum. Mevsim yazdı. Kısa zaman sonra büyük isyancı Emiliano Zapato, Güneyi ayaklandıracaktı. Evet, ben bu şansa sahip oldum işte; Benim tarihim 1910dur.


Frida’ nın entelektüel ateist bir babası ve dini inançlarına sıkı sıkıya bağlı bir annesi ve kız kardeşleri vardı. Çocuk yaşlarda babasından fotoğraf çekmeyi öğrenmişti. Beş yaşında çocuk felci oldu ve bu nedenle sağ ayağı ötekinden daha kısa ve ince kaldı.Tüm fotoğraflarda saklamak isteyeceği daha kısa bir bacağa sahip olmuştu ve böylece çocukluğu boyunca diğer çocukların alay konusu olmuştu. Çocuklar onu göstererek ‘Frida, pata de polo! diye bağırırlardı. Yani Tahta bacaklı Frida! Bunlar onun kişiliğini olgunlaştıran, sağlamlaştıran küçük ama önemli detaylar olmuştur.

’Yaşamlarına bir anlam vermeyi bilmeyen ve sizinkine zarar vermeye çalışarak daha da alçalan insanların, kendi özgüçlerini başkalarını küçük düşürme yoluyla elde edecekleri öğrenilmiş düş gücü ve oyun fukarası çocukların bu türden kırıcı davranışları bana dokunmaz oldu… ‘

Yaramaz çocukluğunu Meksika’nın en iyi lisesi olan Ulusal Hazırlık Okulu’nda da sürdürdü. Bu okul sosyal etkinlikleri, kulüpleri baskın olan bir okuldu. Frida, burada Cachuca’lar kulübüne katılmıştır. Kendinden başka sekiz arkadaşıyla beraber romantik sosyalizmi benimsemişler, kendi kültürleri dışında İspanyol ve Rus Edebiyatından da çokça etkilenmişlerdir.
Frida bu yıllarda kendini okuyarak beslediğini, dönemin koşullarının bunu gerektirdiğini, devrimin onların omuzlarında yükseldiğini söyler.

‘Biz bir devrimin çocuklarıydık ve bu devrimin bir yanı omuzlarımızdan destek alarak ayakta duruyordu. Devrim bizim süt annemiz, bizleri karnında taşımış olan gerçek annemizdi… İnanç ve umut doluyduk. Yeryüzünde değişmesi gereken herşeyi değiştirecek güce sahip olduğumuzu düşünüyorduk. Haklıydık da… Gücümüz neredeyse kendimizi aşıyordu. Asıl önemli olan da atılımımızın yaşamsal olmasıydı…’

Frida, 17 Eylül 1925’in bir öğleden sonrasında, okul çıkışı, nişanlım dediği sevgilisi Alejandro Gomez’le bindiği dönemin yeni olan ahşap otobüsünde ‘bedenime giren ilk acı’ dediği kazayı yaşar. İnsanların ölecek gözüyle baktığı Frida, o kazadan omurgası ve belinde 3 kırık, köprücük kemiği, üçüncü, dördüncü kemiği kırık, sağ bacağında on bir kırık, çıkmış ayak ve omuz ve son olarak da üç yerinden kırılan leğen kemiği ile sağ kurtulmuştu. Ekim 1925’te Frida evine çıkarıldı. Ve böylece kımıldamadan sırtüstü yatmak zorunda oldu günler başlamış oldu.

O dönemde Proust okumayı kafama koymuştum. Botticelli’nin Sistina Şapeli’nde Jetro’nun kızı Zephora’dan söz etme biçimi beni çok etkilemişti. Bu freskin resmini kitaplarda arayıp bulmuş, hafifçe yana eğik ve etkileyici güzellikteki bu yüzü uzun uzun incelemiştim.

Bu dönemde ilk aşkı Alejandro Gomez tarafından terk edildi. Babasının getirdiği boya tüpleriyle resim yapmaya başladı. Ve ilk resmi, aynada en çok gördüğü olan yüzünün  portresini Alejandro  için yaptı.

Bu üzerime gelen aynanın altında, birden şiddetli bir resmetme arzusu uyandı bende. Artık sadece çizgiler çizmek için değil, bu çizgilere bir anlam, biçim ve içerik vermek için de bol bol zamanım vardı… Otoportre konusundaki ısrarım hakkında bana çok soru soruldu. Bir defa seçme şansım yoktu… Bir an kendinizi benim yerime koyun. Tam kafanızın üzerinde kendi görüntünüz, özellikle de bedeninizin çoğu zaman çarşafların, yorganların altında olduğundan, yüzünüz. Yani, salt yüzünüz. Takılmamak elde değil, neredeyse çıldırtıcı bir şey bu. Ya bu takıntı sizi yutar ya da siz onun karşısına dikilirsiniz.’

Zorunlu yatak günleri sona erdiğinde, 1928 senesinin başlarında kendini Meksika sanat çevresinde buldu. 1929’ da Meksika Komünist Partisine katıldı. Burada birçok dost edindiği gibi, aktif bir sanat ve fikir ortamına dahil oldu. Ve burada hayatının ikinci önemli kazası dediği Diego Rivera ile tanıştı. 1929 senesinin 21 Ağustosunda evlendiler. Diego, komünist ve ressamdı. Frida’nın ailesi  onların evliğini, bir güvercinle filin evliliğine benzetmişlerdi.

‘ Diego, kendi boyutlarında dev yapıtlar verdi; bense, kendime uygun küçük boyutlarda çalışmalar yaptım. O daha çok dışa, toplumsal olana açıktı, bense içe, insanın mahremiyetine dönüktüm. Ayrı türden bu yakınlığın, birbirimizin çalışmasına yönelttiğimiz bu bakışın ve bu konudaki eleştiri duygumuzun yaşamımdaki en güzel şeylerden olduğunu düşünüyorum. İlişkimizin en güzel yönlerinden biri de buydu.’

1930 sonbaharında bir dizi duvar resmi yapmak için Amerika Birleşik Devletlerine gittiler. San Francisco’da bir heykeltraşın evine yerleştiler. Diego çalışırken, Frida geleneksel giysileriyle Amerika sokaklarını dolaşıyor ve eğleniyordu. Bazen çocuklar, Frida’nın kıyafetinin ilgi çekiciliğine kapılıp, peşinden koşuyorlar, onu sirkte çalışan biri zannediyorlardı. O dönemde sağlıksız olan bacağının ağrıları artınca kendini resme verdi. Çeşitli portreler yaptı. Haziran ayında Meksika hükümetinin çağrısı üzerine tekrar Mavi eve, Meksika’ya döndüler. Ve orada bir konukları vardı, Que Viva Mexico’nun çekimleri için gelen Sergey Eisenstein. 1932 Nisan’ın da tekrar Amerika’ya gittiler.

‘Bu kent ( Detroit ) zavallı köhne bir köye benziyor. Hiç sevmiyorum ama Diego bu arada hararetle çalıştığı için mutluyum (…) Sanayi merkezi Detroit’in gerçekten en ilginç yeri, geri kalanı, Amerika’daki her yer gibi çirkin ve anlamsız.’

Bu sırada Frida hamileydi. Fakat Temmuz 1932’de bir gece, Frida düşük yaptı. İki hafta hastanede kaldı ve 17 Temmuz’da Henry Ford Hospital’den çıktı. Çok zayıftı ama zaman yitirmeden ‘ Henry Ford Hastanesi ‘ adlı tablosunu bitirdi. Annesinin kansere yakalandığını haber veren mektubu alınca, 4 Eylül’de bir arkadaşıyla trene binip yola koyuldular. Diego Amerika’da kaldı. Meksika’ya, Mavi Ev’e vardıklarında 8 Eylül’dü ve annesi Matilde 15 Eylül’de öldü. Bir ay Meksika’da kalıp tekrar Detroit’e döndü. Hemen resim çalışmalarına koyuldu. Diego, Detroit Sanat Enstitüsü’nde çalışıyordu. Ve Rockefeller Merkezi’ndeki duvar resmi eleştiri yağmuruna tutulmuştu. Çünkü resmin tam ortasında Lenin’in yüzü görülüyordu. 1934’te, Meksika’daki evlerine döndüler.
1936’da Frida, sağ ayağından üçüncü kez ameliyat oldu, fakat ayağı besleyen damarlardaki çürüme devam ediyordu. Omurgasında da şiddetli ağrılar duymaya başlamıştı. Ama tüm bu acılar, yaşama sevincini azaltacağına daha kızıştırıyor ve karakterini güçlendiriyordu. San Angel’ deki evleri çok hareketliydi; Rivera çifti ve dostları, Frida’nın kız kardeşleri, maymunlar, papağanlar ve köpekler hep biraradaydı.  9 Ocak 1937’de Rus Siyaset adamı Troçki ve eşi Natalya Mavi Ev’e yerleştiler.Frida, Troçki’ye 7 Kasım 1937’de bir otoportresini hediye etti. Buarada sanat eleştirmeni Andre Breton Meksika’ya gelip, San Angel’daki eve yerleşti. Breton, Frida’nın gerçeküstü resimler yaptığını söylüyordu. Frida ise onu, fazla kuramcı buluyor ve sadece kendi gerçekliğinin anlattığını söylüyordu, kendi düşlerini, kendi gerçekliğini.

‘Benim, yalnızca kendim, dengem ya da yaşamımı sürdürebilmem için tümüyle resme dört elle sarılmam, resmin içine kök salmam gerektiğini düşünüyorum… 1937- 38 yılları benim açımdan sanırım bu duyguyu yansıtır ve bu anlamda bir dönemeç niteliği taşır… Zaman zaman, sürdürdüğüm biçimiyle resmimin, bir ressamınkinden çok bir yazarın yapıtına benzeyip benzemediğini düşünürüm… Yapıtım: Asla yazılamayacak denli güzel özyaşamöykümdür…’

Frida önce New york’ta çeşitli tedaviler için bulunup ve küçük bir sergi de açtı. Sergilenen yirmi beş tablodan on ikisi satılmıştı. 1939’un Ocak ayında sergi açma amacıyla Fransa’ya  gitmişti. Frida, Fransızları, aşırı derecede entelektüel, tembel ve inceliksiz buluyordu. Küçük evlerde yaşamaları onu çok sıkmıştı. Frida bu arada hastalandı ve hastaneye kaldırıldı. Bu sırada serginin açılış sorunları yaşanıyordu. Sonunda Frida, serginin yıldızı olmuştu. Picasso Frida’nın resimlerinden çok etkilenmiş, Diego’ya bir mektup yazıp, kimsenin Frida gibi yüz çizmeyi bilmediğini söylemişti.Frida moda çevrelerini de etkilemişti. Modacılardan biri ‘ Madam Rivera elbisesi’ni tüm Paris’te duyurdu ve Frida Vouge dergisinin kapağında yüzükleriyle dolu elinin resmi çıktı. 1939-40 dönemi verimli ve sıkıntılı bir dönem yaşadı. Hem duygusal hem fiziksel acılarını resimlerine aktardı:İki Frida, Maymunlu Portre, Kısa Saçlı Otoportre, Dikenli Kolyeli ve Yılanlı Portre. 1940’da Ocak ayında Meksikâ’daki  uluslararası gerçeküstücülük sergisine, İki Frida ve Yaralı Masa adlı tablolarıyla katıldı. Bu sergide, Giacometti, Picasso, Kandinsky, Klee, Dali ve Rivera gibi ünlü sanatçılar da yer alıyordu.
Frida’nın retrospektif sergisi bir saygı gösterisiydi. Fotoğrafçı Lola Alvarez Bravo’nun güzel galerisinde Amberes Sokağı 12 numarada açılan serginin kokteyli 13 Nisan 1953’te yapıldı. Frida’yı  bu sergiye bir ambulanstan sedyeyle indirdiler ve insanlardan yol açmalarını ricalarda bulunarak yatağına taşıdılar. En sevdiği giysileri giymiş, bakımlı, saçları yapılı, yatağında Diego ve Lenin fotoğraflarıyla Frida şaşkınlık yaratmıştı. Ama tam da ona yakışır bir tavırdı bu!.. Frida orada dostlarıyla türküler söylemiş, ağlamış sanki veda etmişti… Sergiden sonra Frida’nın sağlık durumu iyice kötüye gitmişti. Doktorları dinlemeyip içkiye ve sigarasına devam ediyordu. Frida, bacağının kesildiği son ameliyatından bir ay önce kırk altı yaşını doldurdu.

‘Altı ay önce bacağımı kestiler. Bu aylar benim için işkenceyle dolu yüzyıllar gibiydi, zaman zaman aklımı yitiriyordum. Hala intihar etme arzusu taşıyorum.  Ama beni Diego engelliyor, çünkü zannedersem gösteriş açısından bana ihtiyacı olabilir. Böyle dedi ve ona inanıyorum. Ama yaşamım boyunca böyle acı çekmedim. Biraz daha bekleyeceğim

2 Temmuz’da hastalığına ve yakınlarının karşı çıkmalarına rağmen, komünistlerin düzenlediği bir gösteriye katıldı. Yağmur yağıyordu ve tekerlekli sandalyesini Diego sürüyordu. Zatürreye tutulmuştu ama umursamıyordu.
13 Temmuz 1954’ te sabaha karşı hayata veda etti. Son tablosu, kırmızı karpuzların olduğu, Yaşasın Yaşam olmuştur…

‘ Çıkış yolunun güzel olacağını ve asla geri dönmeyeceğimi umarım. Tekrar ediyor, haykırıyor, seni çağırıyorum. İhtiyar Mictlantecutli, Tanrı, kurtarın beni. Evet, çok içiyorum. Kafamın ve düşüncelerimin biraz dalgalanması için böyle yapıyorum. Bugün hayata dört elle sarılabiliyorsam, bunun tek nedeni düşüncelerimin beni yaşama bağlamasıdır’


23 Aralık 2010 - 20 Mart 2011 tarihleri arasında, Meksika sanatının dünyaca tanınan kadın ressamı Frida Kahlo, Berlin ve Viyana’ dan sonra ülkemiz sanatseverleriyle Pera Müzesi’ nde buluşuyor. Frida Kahlo’ yu, hollywood filmleriyle değil de, ürettikleriyle, kendilerinden birer parçayla tanımayı kaçırmamanız dileğiyle...

MİTOSLARDA EVRENİN OLUŞUMU VE YARADILIŞ

Mitoslar geçmiş toplumlar hakkında bilgilendirici efsanelerdir.
Ortadoğu’ya ait mitoslar hakkında bilgiler günümüze  arşivlerden, Yunan mitosuna ait bilgiler ise Homeros, Hesiodos gibi mitos yaratıcılarından ulaşmıştır.
Ortadoğu mitosları ritüellerden doğmuştur. Ritüeller, rahipler tarafından gerçekleştirilen dini söylencelerdir.
Yunan mitos yaratıcıları ise, konuya daha çok sanatsal açıdan yaklaşmıştır. Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü önsözünde şöyle der; ‘’ İlkçağ mythos’u layiktir, din adamının değil, sanatçının uğraşıdır, onun anlamı, yön ve biçimi din alanında verilmez, sanat alanında verilir. Asıl yaratıcısı da sözdür ve söz ustasıdır.’’
Mitoslarda gerçek aranmaz. Mitoslar, tanrıların yüceltildiği süslü sözlerdir.
Bu yazına konu edilecek olan, mitosların gerçekliği değil farklı toplumlarda aynı konuların, evrenin oluşumu-yaratılış, nasıl söylencelendiğidir.
Yunan  mitosunda evren yoktan var edilir ve öncelikle hakim olan Khaos’ tur. Sonsuz boşluk, sonsuz karanlık!
Hesiodos Theagonia’ nın başında Khaos’ tan şu şekilde söz eder;

Khaos’ tu hepsinden önce var olan
Sonra geniş göğüslü Gaia, Ana Toprak,
Sürekli, sağlam tabanı bütün ölümsüzlerin,
Onlar ki tepelerinde otururlar karlı
Olympos’ un,
Ve yol yol toprağın dibindeki karanlık
Tartaros’ ta…
Khaos’ tan Erebos ve kara Gece doğdu,
Gece’ dense Esir ve Günışığı doğdu, Erebos’ la sevişip birleşmesinden.



Mitosta, evrene hakim olan Khaos’ un ardından düzen (kosmos) kurulmaya başlanır. Bunun için ilk tanrı kuşağı olan geniş göğüslü toprak ana Gaia ve gökyüzü Uranos yaratılır.
Evrenin ilk babası Uranos, sonsuz ve tek iktidarını korumak için, doğan oğullarını toprağa gömer. Fakat Gaia buna daha fazla göz yummayıp, oğullarından en korkusuz olanı Kronos ile anlaşır. Ve bir gece, Uranos Gaia’ ya birleşmek için yaklaştığı sırada, oğul Kronos, babasının erkeklik organını tırpanla keserek, evrenin sonsuz ve tek iktidarını kendine geçirir.
Kronos da tıpkı babası gibi iktidarın büyüsüne kapılarak kendi oğullarını yutar. Ama, annesi ve büyükannesi tarafından Girit Adası’ nda saklanan Zeus büyür ve babasının karşısına çıkarak, kardeşlerini kusturur. Kardeşleri de Zeus’ a hediye olarak gök gürültüsü ve şimşek hediye eder.
Böylelikle iktidar, yeniden el değiştirir ve Zeus Olympos’ un en kudretli tanrısı olur.

Hesiodos Theogonia’ da şöyle anlatır Zeus’ u:

  Rheia Kronos’ un yatağına girince
  Şanlı evlatlar doğurdu ona:
  Hestia, Demeter, altın sandallı Hera
  Ve güçlü Hades, yerin altında oturan,
  Toprağı saran, uğultulu tanrı Poseidon,
  Ve temkinli Zeus tanrılar ve insanlar
  Babası

Yunan mitosunda ilk insanın yaradılışı, Kronos dönemindedir. İlk insan ırkı olarak bilinen bu ırka Altın ırk insanı denir. Ve bu altın ırk insanı sadece erkeklerden oluşur. Tanrılar kadar bolluk ve rahat bir yaşamları vardır.
İkinci insan ırkı, gümüş insan ırkıdır. Altın insan ırkı kadar zengin olmayan bu ırk, Zeus’ un yarattığı tunç ırkı ile savaşır. İki ırk insanı birbirleriyle savaşarak soylarını tüketir. Zeus sonra, kendine kahraman ırkı yaratır. Kahraman ırk, Troya ve Thebai savaşlarında savaşan ırktır.
Prometheus ile birlik olan insan ırkına kızan Zeus, ölümlü insana güzel bir bela olan kadını yollar. Böylelikle erkek insana kadın da katılmış olur.

Yunan mitosunda evrenin oluşumu ve insanın yaradılışı böyleyken, Mezopotamya’ da mitoslar, halkların dini işleyişleri ile alakalıdır. Mitoslar, ibadet düzenini yola koyup tapınaklarda rahipler tarafından yazılırdı.
Fırat-Dicle vadisine Mezopotamya’ nın kuzeydoğu’ sundaki dağlardan gelerek, burada önemli bir uygarlık yaratan Sümer halkının mitosları, gerek geldikleri yerin, gerek karşılaştıkları bölgenin mitosundan beslenmiştir.
Sümer yaradılış mitosunun başlangıcı, Gök Tanrı An ve Yer Tanrıça Kin’ i doğuran Nammu’ dur.
Sümer tanrılarının en büyüğü olan Enlil ve Ninlil’ den doğma Nanna’ dan (Ay Tanrısı) sonra ise evrenin diğer oluşumları tamamlanır.
Sümerler, Nanna’ nın Gaffeh’ le (yuvarlak kayık) Fırat nehri üzerinde yıldızlar ve gezegenler eşliğinde yolculuk ettiklerine inanırdı.
Sümer mitosunda insan ırkı, tanrılara yardımcı olmak için yaratıldı. İnsan, tanrıların tarlasında çalışıyor, hayvanına çobanlık ediyor, giysilerini giymesinde yardımcı oluyordu. Yine de insan ırkı, tanrılardan bir öz taşımaktaydı.

*O günlerde, tanrıların yaratış odasında,
  Onların Dulkug evinde Lahar’ a ve Aşnan’ a biçimleri verildi;
  Lahar ve Aşnan’ ın yapılışında,
  Dulkug Anunnaki’ si yediler ama doymadılar;
  Katkısız koyun sütlerini… ve iyi şeyleri,
  Dulkug Anunnaki’ si içtiler, ama kanmadılar;
  Katışıksız koyun sürülerinin sağlayacağı iyi şeyler hatırına
  İnsana nefes verildi.

Sümer yaradılış mitosundan başka, Mezopotamya’ da yaşamış Babilonya halkının yaradılış mitosu tabletlere yazılmıştır ve bu tabletler yedi adettir.
Birinci tablette, evrende öncelikle tatlı-su okyanusu Apsu ile tuzlu-su okyanusu Tiamat’ ın varlığı anlatılır. Bu tanrı kuşağı diğer tanrı kuşaklarını doğurmuştur.
Evrende ilk var olan tanrılar, Tiamat ve Apsu genç tanrılardan şikayetçi olurlar ve Apsu yardımcısı Mummu ile bir plan yaparak genç tanrıları yok etmeyi düşünür. Fakat bu durumu öğrenen genç tanrılar erken davranır ve Apsu’ yu uyutarak öldürürler.
İkinci ve üçüncü tablette, tanrıların Marduk’ a, Apsu’ nun intikamı için tam yetki verilmesi anlatılır.
Dördüncü tablette Marduk, Apsu’ yu öldüren Tiamat’ la teke tek mücadele eder. Marduk, Tiamat’ ın kalbini böler, yardımcılarını da yakalar. Daha sonra Marduk, Tiamat’ ın bedenini ikiye bölerek, bedeninin bir kısmını sırıklarla tutturarak gökyüzü yapar.
Beşinci tablette, Marduk’ un evreni düzene sokmak için işe koyulması anlatılır. Öncelikli işi bir takvim hazırlamaktır.
Altıncı tablette ise, insanın yaradılışı anlatılır. İnsan, Kingu’ nun kanından, tanrılara yardımcı olmak için yaradılmıştır.

Üç halkın yarattığı mitoslardan Yunan mitosunda, evrenin oluşumu yoktan var olurken, Sümer ve Babilonya’ da hiçlik kavramı yoktur.
İnsan ırkının yaradılışındaki kaderi ise tüm halklarda aynıdır; tanrılara hizmet, tanrıya karşı gelindiğinde de gazapla son bulma!..
Tüm mitoslarda ortak olan, bir ana yaratıcı ve onun doğurduğu evren düzenleridir.
Başka bir ortak yan ise, iktidar sahiplerinin iktidarlarını sonsuza dek sürdürme düşü…
İktidar karşıtı sesler gerek Antik Yunan’ da gerek Mezopotamya’ da itinayla, hınç ve hırsla bastırılmıştır.
Galiba tarih öncesinden günümüze değişmeyen ve değişmeyecek olan önemli ortak nokta da budur…

TİYATRONUN DOĞUŞU

Tiyatro, insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir.
İnsan, hayatta kalmak için avlanırken belki de geceleri ateşin başında birbirlerine sabahki bizonu nasıl izlediğini, yakaladığını, onu ağına düşürdüğünü ve nasıl alt ettiğini el kol hareketleriyle, çeşitli seslerle, taklit ediyor, anlatmaya çalışıyordu.
Yine belki de bizonun taklidini yapıp, onun gibi davranmaya çalışıp, ona yaklaşmaya çalışıyordu…
Belki de insanlardan biri avı yakalayan, biri av hayvanı oluyor, orada küçük bir oyun sahneleniyordu.
Tiyatro belki de tüm bu taklit etmelerle ilk örneğini veriyordu dünya sahnesinde…
Tiyatro aslında büyünün de kaynağı olabilir bu nedenle.
Büyüyle gelişen taklitler, ses, dans eklenerek maskeler takılarak, ilkel dini bir atmosfere, törene bürünmüş olabilir. Ertesi günkü avın iyi geçmesi, yağmur yağması amaçlı ilkel törenler gerçekleşmiş olabilir.
Tanrılar, atalar, mitleşiyor ilkel dinlere ilk adım atılıyor olabilir. Tanrıların başlarından geçenleri anlatmak da belki ilk oyun yazarlığını, oyunculuğu yaratmış olabilir.
Taklit dışında dansla da insanlar anlatıma başvurmuştur. Örneğin, bu dansların en önemlisi ve ilki ‘Gel Buffalo’ dansıdır.  
Kuzey Missouri’deki Mandal Kızılderilerinin etsiz kaldıkları zaman başvurdukları bu dans 12 kişinin buffalo kılığına girip, kafalarına boynuzlu buffalo kafası geçirmesiyle yapılıyordu. Bir daire etrafında dönen dansçı uzaklardan buffalo sürüsünün gelişine bakıyor, eğer sürü gelmezse ve bu günler sürerse değişen dansçılarla sürü gelene kadar sürüyordu.
Bunun dışında sözsüz oyun olarak bilinen aşk oyunları da vardır. Erkeğin kadına kur yapması, kadının işveli davranması şeklinde...
Ve Kızılderililerde, erkek çocukların, büyük erkekler aralarına katıldığı törenlerden de bahsedebiliriz. Bu tema çeşitli filmler de kullanılmıştır. Örneğin başrolünde Richard Harris’in olduğu ‘ A men called horse’ filminde güneşin etrafında günlerce dönen erkek böyle bir töreni canlandırmıştır.
Bu noktada ilgi çeken bir ayrıntıysa, bu törenlerde, danslarda, oyunlarda kadınların pek yer almamasıdır. Eskimolar ve Kızılderililerde bazen kadınların katılımına izin verilmiştir.
Fakat, yine de ilerleyen süreçlerde, Yunan da örneğin, kadınlar toplumda birey olarak varlıklarını ortaya koyamadıkları gibi tiyatro gibi etkinliklerde de yer alamazlardı…
Uygarlığın atası denen Yunan’da kadının ikinci sınıf vatandaş oluşu da hayret verici bir ayrıntıdır.
Antik Çağ’a gelirsek, dönemin şairi, Thespis, korobaşıyla karşılıklı konuşmaya girerek tarihteki ilk oyuncu olmuştur. İ.Ö 534’te, Atina’da bir tiyatro şenliğinde Thespis ilk tragedyasıyla ödül kazanmıştır.
Şarap tanrısı Dionysos’u kutsamak için düzenlenen şenliklerde erkekler korosu Tanrıyı öven ilahiler söylerdi. Oyunlar da sadece kutsal amaçlarla oynanır ve kutsal sayılırdı. İ.Ö. 5. yüzyılın ilk yarısında Aiskhylos koroyu 50’den 12’ye indirerek ve oyuna ikinci oyuncuyu katarak bugünkü batı tiyatrosunun temellerini atmıştır.
Eski Yunan tiyatrosunun altın çağı İ.Ö 525-456 arasındaki süreçte Aiskhylos’un tragedyalarıyla başlamıştır.
Oyunlarda maske kullanırlardı ve oyuncu, maskeyi takıp çıkararak rolden role girerdi. Ve oyun oynanan sahneler çok büyük olduğundan maskeler ona göre büyük ve mimikleri belirgin olurdu.
Oyunlar, önemli kişilerin başından geçen, onları yücelten, konuları içerirdi. Tragedyalar, dinsel, ahlaki, siyasi mesaj vermekle yükümlüydü.
Tragedyalar daha sonraları Sophokles, Europides tarafından daha da geliştirildi. Aiskhylos’un soyutluğunun yerini somut gerçekler aldı.
Bu üç tragedya yazarı daha sonradan, Aristo’nun Poetika adlı eserinin belirlediği kurallara uygun olarak yazılar yazdılar.
Bu kurallardan biri yer, zaman ve mekanda birlikti.
Yani olay örgüsü bir günde geçmeli, aynı mekanda yaşanmalı ve birbirine bağlı ya da zincirleme olması gerekliydi.
Kısa olarak günümüze ulaşan tek komedya yazarı Aristofanes’ten de bahsedecek olursak, O’nun amacı, dalga geçmekti...
Güldürme yoluyla, toplumsal, etik, siyasi, dini değerleri yerer, bunların çürümüşlüğünden bahsederdi.
Bu sanatçılar günümüz tiyatrosunun temelini atmışlardır.
Bunun dışında antik çağ tiyatrosu kamusaldı.
İnsanlar günlerce süren bu şenlikleri izlemek için uzak yollardan gelirlerdi ve katılım yüksekti. Ortama 20bin ile 10bin kişi oyunları aynı anda izlerdi.
Roma da ise bir ilerleme söz konusu olmamıştır.
Roma, her alanda olduğu gibi sanatta da, tiyatroda da öncekini alıp kendine mal etmiştir. Bunda da sömürgeciliğini sürdürmüştür.
Bir yunan oyununu Latinceye çevirerek Roma’ya tanıtan kişi, Livius Andronicus olmuştur.
İlk Romalı oyun yazarı olan Naevius, fabula palliata denilen türün de kurucusudur.
İ.Ö 2yüzyılda,  Roma tiyatrosunun önemli temsilcisi Plautus ve Terentius Yunan komedyasını Roma’ya uyarladı.
Bu dönemde tiyatro sanatı için en önemli eser, Horatius’ un Ars Poetika’sı olmuştur. Tiyatronun eğitici işlevi ve biçimsel düzeni hakkında bilgiler vermiştir.
Roma tiyatrosu Yunan’a göre daha uyarıcı olmuştur.
Bunlar dışında Roma’da yaz boyunca her akşam oyunlar oynanırdı. Fakat halk üzerinde, tiyatronun etkisi yavaşça azaldı ve sonunda oyunlar çığrından çıkan, dini çevrelerce rahatsızlık duyulan bir hale geldi. Komedinin edepsizleşmesiyle tiyatro ahlaksızlıkla nitelendi.
İlk insandan, Antik Yunan’a ve Roma’ya tiyatronun doğuşu diğer sanatlarda da olduğu gibi bir yaratma, doğurma zanaati olarak varlığını bu şekilde ortaya koymuştur.